18 Ocak 2011 Salı

Özet



"There's nothing worse than loving someone who's never going to stop disappointing you."

House M.D S07E09'dan...

13 Ocak 2011 Perşembe

İroni


Nöbet iznini fırsat bularak kredi kartı borcumu ve apartman aidatını yatırmak için çarşıya gittim bugün. Zaten burada arkadaşım olmadığı ve tek başıma dolaşmayı sevmediğim için öyle gezmeye falan çıkmıyorum. Ya alışveriş yapıyorum ya da işlerimi hallediyorum bugünkü gibi.

Hazır gitmişken yılbaşında verdikleri carrefour çeklerinden aldım yanıma iki tane (2x50 TL), eve birşeyler alırım gelirken diye düşünerek. 

Gerizekalı gibi katlamak istemedim belki kasada ayak yaparlar diye, önce yan cebine koydum montun. Apartmandan dışarı çıkıp durağa doğru yürürken oturunca yan cepte kırışacağı aklıma geldi ve iç cebe koydum. İç cebin ağzını da yatay değil, dikey yapmışlar ne gerek varsa. Çok zeki olduğum için yine katlamıyorum tabi.

Tam işleri hallettim markete doğru gidecektim ki bir baktım yok çekler. Aradım taradım bulamadım ve kendime söve söve eve geri geldim. 

İlk farkettiğimde bakmıştım acaba cep delindi de astarın içine mi düştü çekler diye ama yine de eve geldiğimde tekrar kontrol ettim. Yoktu elbette fakat bakarken montun tam omuz kısmında birşey farkettim.

Kuş pislemişti üstüme. Gülümsedim kendi kendime, bu nasıl bir ironidir diye düşünerek...

Umarım gerçekten ihtiyacı olan biri bulmuştur o çekleri. 

Şarkılar ve İfade Ettikleri - 2

 

Mutemath - You Are Mine 

Never Back Down diye bir film izlemiştim zamanında.  Sonradan bir yerlerde bu filmin soundtrack albümünü bulup indirmemle tanışmış oldum bu şarkıyla. The Red Jumpsuit Apparatus'un Your Guardian Angel ve The Cribs'in Be Safe şarkısıyla birlikte çok uzun süre mp3 playerda yer buldu kendine. Hatta bu üç şarkıyı da başarısızlıkla sonuçlanan Bilinmeyen Güzel Şarkılar serimde paylaşmıştım çaytostayranda iken. Özellikle You Are Mine çok güzel bir şarkıdır tavsiye ederim. 

Bu şarkı her dinlediğimde 2009 şubat ve nisan ayları arasında iki ayımı geçirmiş olduğum Donetsk günlerine götürür beni. Çok sıkıntılar çekmiştim orada. Dil yabancı, alfabe yabancı. Ama çok güzel günlerim de oldu. 

İnsan öyle bir varlık ki her duruma uyum sağlıyor yavaş yavaş. İlk başlarda sadece kaldığım yere yakın olan Bym markete gidebilirken ayrılmadan önceki son zamanlarda bilmediğim yerlere gider olmuştum. Düşünün nisan ayında lunaparka bile gitmiştik. Tarih öncesinden kalma roller coaster çakmasına bile binmiştik ölüm tehlikesini göze alarak. 

Ya işte bu konu öyle birşey ki bir şarkıdan giriyorsun neler geliyor adamın aklına. Proje teslimi öncesi sabahlamalar, işten 12 de çıkıp sabah 5'e kadar diskoda takılıp 7 de tekrar işe gitmeler ve daha anlatmadığım nice şeyler :) 

Volkan Konak - Cerrahpaşa

Bu güzel şarkı beni daha eskisine, dersane zamanında güya İstanbul'daki üniversitelere yaptığımız geziye götürür. Biz derece sınıfı olduğumuz için itü, boğaziçi falan gezeceğiz diye düşünüyorduk ama gidebildiğimiz tek üniversite Fatih üniversitesi olmuştu. Anladınız herhalde durumu. 

Bir günde o kadar üniversiteyi nasıl gezeriz diye düşünürken kendimizi Fatih üniversitesinde halı saha maçı yaparken bulmuştuk. Hasan kesin topuğuyla attığı golü yorumlara yazardı ben bu cümleyi yazmasaydım. :)

Sonra da mal gibi geri dönmüştük işte. Şarkıyla alakası da giderken ve dönerken en az 30 defa bu şarkıyı dinlemiş olmamız tıklım tıkış minibüste. Neden sorusuna hala bir cevap bulunamadı.

Kıraç - Kayıp Şehir albümü

Madem dersane zamanından başladık, öyle gidelim. 

Bizim dersanede her sınıfın bir danışman hocası olurdu. M1 sınıfı olduğumuz yani dersanenin üzerimizden reklam yapacak olması nedeniyle ayrıcalıklarımız vardı. 

Her hafta olduğumuz deneme sınavlarında aramızda çok büyük rekabet olurdu tıpkı pesde olduğu gibi. Sınavdan çıkar çıkmaz danışmanın odasına koşardık, optik okuyucu onun odasındaydı. Hemen zorla kağıtları okutup kim kaçıncı olmuş öğrenirdik. 

Şarkıyla alakası da ne zaman odasına gitsek bilgisayarda bu albümün çalmasıydı. Senden Başka, Tek Hatıra, Razıysan Gel falan eminim bizim o zamanki bütün grubun hala ezberindedir eminim. Hatta Hasan o albüm sonrasında amiyane tabirle rakçı olmuştur efenim :)

Hasan dedim de, onun o albümde hatırası olan bir başka şarkı daha vardır: Aman Ayşam :D:D

Ayşam ineklerun hep karabaş diye az dalga geçmemişimdir.

Bir de şimdi  aklıma geldi, olm ben senin cevapları hep çapraz çizgiyle işaretlemene acayip kıl olurdum. Şıklardan çözerken elediğim şıkları çizerdim ben öyle. Ne bu artislik canım ben bir kerede doğruyu bulurum der gibi.


Devam edecek efendim...

O an!


Aslında o an değil, bu an betimlemeye çalışacak olduğum. 'O an.' diyince daha çarpıcı oldu sanki çok önemli birşey anlatacakmışım gibi.

Evet bu anda, yani tam 3'ü 3 geçe, muhtemelen ülke nüfusunun %86.8'e yakınının kıçında pireler uçuşuyordur. İşin aslını bilmese Hasan çok şaşırırdı bu duruma. Ne de olsa son 2 senedir birkaç özel gün dışında saat 11-12 gibi yatıyorum malak gibi. 

Hani tek başına uyuyamayan veya yalnızlıktan korkan tipler olur ya, ses olsun diye televizyonu belli süre sonra kapanmaya ayarlarlar; heh işte bende o otomatikman hergün oluyor. Bu biyolojik saat denen olay o kadar acayip ki, saat 12'ye geldi mi mala bağlıyorum. O bahsettiğim özel günlerdeki uyumamanın sonrasında kolay kolay toparlayamıyorum da.

Hatta bak aklıma geldi; Beşiktaş'taki öğrenci evimize (öğrenci evi diyorum ama ben çalışıyordum o sıra, insanın bütün yakın arkadaşları Hasan gibi olunca çalışan tek adam olarak kalınıyor işte mal gibi) Derya diye bir arkadaşı çağırmıştım. Film izleyecektik güya. Yatağım da bilgisayarın başındaydı. Durum anlaşıldı işte ben daha filmin yarısı olmadan ben yatıyorum diyip uyumuşum. Kız da ilk defa geliyordu eve ha, sap gibi bırakmışım. 

Gerçi o zamanlar çalıştığım şantiyenin Silivri'de olması nedeniyle 3 saat gidiş 3 saat geliş yol çekmenin ve her gün 6'ya 10 kala kalkmanın yorgunluğu da önemli etkenlerdi ama bu istemeden yaptığım öküzlüğü ve biyolojik saat denen nanenin ne kadar güçlü olduğu gerçeğini değiştirmiyor. 

Uyanık kaldığım nadir zamanlar dediğime de bakmayın, koskoca 1 sene askerlik yaptığım için yarısı nöbetti bunların. Betimleme konusunu ortaya çıkaran da bu nöbet işte. 

Askerlik bitti bitmesine ama nöbetten kurtulamadım. Çalıştığım fabrikada gece vardiyasında 1 nöbetçi mühendis bir de amir olarak müdür bulunuyor. Askerlikteki düzen aynen devam yani. 

Oradayken ufak bir odadaydık. Yan odada nöbetçi amir vardı, binbaşı veya yarbay, bizim odada da ben ve nöbetçi astsubay bir de 37 ekran televizyonumuz. 

Şimdi ise 200 kişilik kocaman ofisin içinde benim bilgisayar tuşlarının takırtısından başka ses yok. MP3 playerda can't stop çalıyor, kulaklıkları takmıyorum çünkü öyle bir sessizlik var ki normal zamanda kulağımdayken son sesi açarken şimdi dışarıda olması yetiyor kulaklıkların.

10'lu sıcak çikolata paketine bonus olarak verilen Dr. Oetker kupamda çay yudumluyorum. Ama yeşil çay ha, çilek aromalı. Malum son zamanlarda Hasan'ın bana ağır sikletsin diyerek güreşme girişimlerimi baştan reddedecek kadar şişmanlamam nedeniyle yeşil çay falan takılıyorum.

İşin ucunda da iddia var. 31 marta kadar 65 kiloya düşeceğim dedim. En son ev tatilimle birlikte 75-76 kilolara kadar çıkmıştım. Çıkmıştım diyorum dikkat edersen, ne kadar iddialı olduğumu anla işte. İniyorum basamakları hızla. Yeni bir 31 mart vakası kapıda.

İşin komik tarafı iddianın yemeğine olması :-.) 

Fotoğrafı da gugılda 'o an' diye aratırken buldum. Askerdeki nöbetlerde saat sabah 4 gibi dışarı çıkardım, havanın aydınlanmasından hemen önce. Aynı bunun gibi puslu bir manzara olurdu, hava da soğuk. Ankara'nın ışıklarına bakardım ve sabah sabah ağzımın leş gibi olacağını umursamadan bir sigara yakardım. Çok keyifli olurdu.

Ne de çabuk geçiyor zaman...

10 Ocak 2011 Pazartesi

Şarkılar ve İfade Ettikleri - İlk Bölüm


Müzik kariyerim Düzce'de bir ay süreyle gittiğim kıytırık bir gitar kursundan ibaret. Şu sıralar çalışan ve fena olmayan bir gelire sahip olan, üstelik yalnız yaşayan bir adam olmamdan cesaret alarak bir akustik gitar veya yan flüt edinmeye niyetli olsam da müziği icra edebilecek yeteneğe sahip olduğumu hiçbir zaman düşünmedim.

Lakin iyi bir müzik dinleyicisi olduğumu düşünmüşümdür her zaman. Bu düşüncede kendimden üç yaş büyük olan bir abiye ve müzik aşinalığı ve zevkine sahip olan bir babaya sahip olmamın etkisi büyük. Geçmişte yaşayan adam olmamda müzik önemli bir yere sahip. 

Tüm hayallerin bir fon müziği vardır sonuçta...  

Babamdan Barış Manço, Erkin Koray, Boney M. gibi efsaneleri miras aldım. Henüz 7 yaşında ufacık bir çocukken Barış Manço'nun Allah'ım Güç Ver Bana şarkısıyla hayallere dalardım. Ben Bilirim, Dağlar Dağlar, Gülpembe, Çıt Çıt Çedene, İşte Hendek İşte Deve, Katip Arzuhalim ve daha bir dolu Barış Manço şarkısı... Hepsi ezberimdedir. 2023'ün o muhteşem melodisi... 

Heeey koca topçu, şu dağlara yan gelee!

Freeze! I'm Ma Baker. Put your hands in the air and gimme all your money!.. 

Özellikle yabancı müzikle tanışmamda abimin etkisi büyük oldu. Onun sayesinde her telden müzikle tanıştım ve yaşıtlarımdan 3 yaş büyük bir müzik zevkim oldu. Az kaset çektirmedik 60'lık, 90'lık. 

Zaman geçtikçe dinleyiciliğimiz de gelişti. Her türden sevdiğim bir dolu şarkı oldu. Biri ne tür müzikten hoşlandığımı sorsa vereceğim cevap ne kadar klişe olsa da 'Her tür müziği dinlerim.' olur. Başka verecek cevabım yok ki. 

Konunun başlığı ve devamı müzikle alakalı değil aslında, belli başlı şarkılar vardı başlamadan önce anlatmak istediğim. Kulaklıkla uyuyakaldığından çok kez ağrıyla uyanmış olan benim gibiler için bazı şarkılar anlatmak istedikleri farklı şeyler olsa da farklı zamanları, farklı yerleri, farklı olayları hatırlatırlar. Sadece geçmişe götüren zaman makinaları gibi.

Beni zamanda geriye götüren, iyi-kötü günleri tekrar hatırlayıp kötü bile olsa dinlediğimde yüzümde gülümseme yaratan şarkıları hatırlamaya çalıştım tatil bitimi İzmit'e dönerken. Gece gece notlar bile aldım. Bu blog için çok ümitliyim. Uzatmayayım.

Vega - Tatlı Sert (tüm albüm)

Bu albüm bana 2005 yılında üniversitenin ilk yılında bahar dönemini bitirir bitirmez yaptığımız Adana yolculuğumuzu hatırlatır her zaman. Aileden ayrı ilk sene bitmiş, sınavlar biter bitmez Hasan'ın yanına damlamışım Kayseri'ye. Onun sınavları bitmemişti daha ve ben oradayken girdiği 5 sınavdan da kalmıştı! Şu an 7. senesini okumasındaki ilk kırılma noktasının bu olduğunu söyleyerek bana söver her lafı geldiğinde. 

Beraber Adana'ya geçmiştik sonrasında, şimdilerde içtima lafından nefret etmekle meşgul olan Mehmet'in yanına. Arkadaş grubunun memleketin her yanına dağılmasının güzel tarafı işte. 

Arkadaştan ikinci el olarak satın aldığım 128 mb Minton mp3 player ile ezberlediğim bu albüm beni her seferinde Adana'ya; kız yurdunun karşısındaki abi evine, devasa üstelik uçabilen hamam böceklerine, müthiş manzaralı üniversitesine, Hasan'la beraber ikimizinde inatlaşıp aynı kotu aldığı Amerikan pazarına (sonradan giymedik ikimiz de tabii, mallık diz boyu) götürür. 

Aslında her biri ayrı hikaye anasını satayım...

Devam edeceğim...   

Ulan kulaklıkla uyuyakalmışken arkadaşın çektiği fotoğraf vardı. Tam konusu gelmişken koyacaktım mis gibi. Aradım mamafih bulamadım... 

Alıntı 2 - Bosphorus


"Zeus bir gün Argos Kralı'nın güzelliğiyle ünlü kızı İo'yu görmüş. Görür görmez de aşık olmuş. Zeus'un yeni aşkı, Baştanrıça Hera'nın kulaklarına gitmekte gecikmemiş. Zaten Zeus'un çapkınlıklarından gına gelen Hera, kocasının yeni kaçamağını öğrenince büyük bir öfkeye kapılmış. Zeus'a diş geçiremeyeceğinden, sevgilisi İo'dan intikam almak istemiş. Bunu haber alan Zeus, İo'yu korumak için kızı beyaz bir inek haline getirmiş. Ama Hera bunu öğrenmekte de gecikmemiş. İneği kaçırtıp Argos'u başına nöbetçi dikmiş. Zeus durur mu, hemen Tanrı Hermes'i gönderip Argus'u öldürtmüş. Olanları öğrenen Hera, beyaz inek şeklindeki İo'nun rahatını kaçırmak için ona bir at sineğini musallat etmiş. İo, sinekten kurtulmak için saatlerce koşmuş, Boğaz'a gelince kendini sulara atmış, yüzerek karşıya geçmiş. Boğaziçi'nin ilk adı olan 'Bosphorus' sözcüğünün anlamı da bu efsaneden geliyormuş. Bosphorus Yunanca'da Boğa Geçidi demekmiş. Neyse işte, sinekten ve Hera'nın öfkesinden kurtulmaya çalışan İo'nun yolu sonunda Haliç'e düşmüş. Zavallı İo, Haliç'in tepelerinin arasında Keroessa adında bir kız doğurmuş. Keroessa'yı su perisi Semestra büyütmüş. Ama Keroessa büyüyünce onun da başına bir başka tanrı, Denizler Tanrısı Poseidon bela olmuş. Bu güçlü tanrıya karşı koyamayan Keroessa, Poseidon'dan hamile kalmış. İşte Byzas, Keroessa'nın karnında taşıdığı o bebekmiş. Bu yüzden büyük bir kral olmuş, bu yüzden Byzantion adındaki o muhteşem kenti kurabilmiş."

Ahmet Ümit, İstanbul Hatırası, Sf. 48-49

9 Ocak 2011 Pazar

Alıntı

Çaytostayran'dan...

Tutunamayanlar

Kelime ve Yalnızlık 



"Önce Kelime vardı," diye başlıyor Yohanna'ya göre İncil. Kelimeden önce de Yalnızlık vardı. Ve Kelimeden sonra da var olmaya devam etti Yalnızlık... Kelimenin bittiği yerde başladı; Kelime söylenemeden önce başladı. Kelimeler, Yalnızlığı unutturdu ve Yalnızlık, Kelimeyle birlikte yaşadı insanın içinde. Kelimeler, Yalnızlığı anlattı ve Yalnızlığın içinde eriyip kayboldu. Yalnız Kelimeler acıyı dindirdi ve Kelimeler insanın aklına geldikçe, Yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu.

Selim Işık yalnızlığını Kelimelerle besledi. Kelimelerin anlamını bilmeden önce tanıdığı yalnızlığı Kelimelerin içinde yetiştirdi. Eski yaşantılarının hastalığından yeni kalktığı sırada, aldırışsız Kelimeler konuşurken, eski yaraların eski Kelimelerin göğsüne saplandığını duydu birden; sustu kaldı. Kelimeler, yalnızlığını yaşamasına da bırakmadılar onu. Her yandan kuşatıp saldırdılar. Kullandığı Kelimeler de dönüp ezdi onu, soluksuz bıraktı. Sonra, yatağından fırladı birden Selim; bütün Kelimeleri ve yaşantılarını ezdi ayağının altında. Güneşe çıktı. Güneş, gözünü acıttı bir süre sonra, perdelerini kapayıp Kelimelerin karanlığına döndü. Birtakım Kelimeler bağışladı onu; aralarında gene yaşamasına izin verdiler. Bu Kelimelerle birlik olup amansızca saldırdılar başka Kelimelere: aşağılayan, ezen, soluk aldurmayan Kelimelere. Yendi, yenildi; sonunda gene yenildi Kelimelere, Kelimelerle birlikte açtığı savaşta. Yalnızlık hep oradaydı.

Oğuz Atay, Tutunamayanlar, Sf. 151-152


Selim Işık

"... İnsanların yalan söylemesi için bir gerekçe görmediğinden, onlara inanmakta güçlük çekmiyordu. İnsanlara inanmadan, onlarla birlikte olmanın mümkün olmadığını sanıyordu. İnsanlara inanmadığı zaman onlardan kaçıyordu. Söylenenlere inanmadığı zaman, inanır görünmenin, insanlara ihanet etmek olduğunu düşünüyordu ve bu ihanetin anlaşılmaması için, ortalıkta görünmemeyi tercih ediyordu. ..."  


"Başkalarının yaptığını silmeye çalıştım: mürekkeple yazmışlar oysa. Ben kurşun kalem silgisiydim. Azaldığımla kaldım."
  
................................... 

Aşk

- De bakayım, gözüne kestirdiğin biri var mıdır?
- He, vardır ya.
- De hele, kimdir? Nasıldır?
- Nasıl mıdır? Gözleri Dicle gibidir Pehlivan. Hani biraz fazla baksan, boğulacağından korkarsın. Dudakları, sıfatında uçuşan bir kelebek gibidir. Hani dokansan, kelebeği öldüreceğinden korkarsın. Elleri, dağda gezen analı kuzulu bir çift maraldır. Ellerinden tutacak olsan maralın yetim kalacağından korkarsın.
- Ya saçları?
- Saçları, Diyarbakır surlarının üstünden uçan bir kuş sürüsü gibidir. Bir telini tutmak için uzansan, surlardan düşeceğinden korkarsın.
- Hşş, Cebrail. Senin yolun yol değil, sen hepten divane olmuşsun…


Kaynak
 
...................................
Yalnızlık



Yalnızlığı seviyorum.

En azından böyle daha iyi olduğuma kendimi ikna ettim.

Ardından biriyle tanıştım.

Hiç olmayacak yerde, psikiyatrik bir hastanedeydi.

Beni değiştirdi.

Sonra da terk etti.

Yalnızken daha iyiyiz.

Yalnızken acı çekiyoruz, yalnız ölüyoruz.

Örnek koca veya yılın babası olmak hiç fark etmiyor.

Yarın senin için aynı olacak.

- Ama dün, farklı olabilirdi…

House M.D. S06E16

Keşke Gerçek Olsa

"Geride kalan kalbinizse, mutlaka geri dönersiniz."

Marc Levy 

Tatyana ve Alexander

25 Ocak 2010... 


Gün gelecek kitap tanıtacaksın deseler bir tarafımla gülerdim muhtemelen. Şimdi günümün en az 4 saatini kitap okuyarak geçiriyorum. Bugüne kadar bitirdiğim kitap sayısı hala 2 sağlıklı elin parmak sayısını geçmez. Birçok şeyde olduğu gibi romanlar konusunda da dengesizdim. Sardıysa, Olasılıksız’da olduğu gibi, mala bağlayıp tek seferde bitiriyordum bir an önce o ‘vay anam vay neler dönmüş serhat ya’ duygusunu yaşayabilmek için. Şimdi düzene oturttum çok şükür, sadece mesai saatlerinde okuyorum. :)

Haftasonu ev ziyaretlerimin birindeydi, kitap almak için rampalı çarşı’ya gitmiştim. 3 kat, 20-30 kitapçı arasında geçirdiğim saatler sonunda, elimde belli kriterlere göre seçilmiş 3 kitapla dışarı doğru süzülüyordum. Tipik Türk insanı olduğumdan mütevellit, bu kriterler; kitabın kapak dizaynı, ismi ve arkasındaki kısa yazı idi. Önünden geçtiğim dükkânlardan birindeki satıcı eleman durdurdu, ‘Abi neler aldın bir bakayım.’ diyerek. Ne yorum yapacak bakalım diye beklerken bana ‘Al abi bunu da oku, eminim seversin.’ diye bir kitap uzattı. Serdar Özkan’ın ‘Kayıp Gül’ romanını. Baktım, adamın ilk romanı olmasına rağmen 30 ülkede yayınlanmış, 28 dile falan çevrilmiş, iyi dedim alalım.

Ama tanıtacağım kitap o değil. Onu alırken ‘abi şuna da bir bak’ diye verdiği diğer kitap: Tatyana ve Alexander. Kitabı elime alır almaz, elemana ‘Sen de beni iyice keriz belledin galiba, bir tane daha öneride bulunursan yediririm sana o kitabı, benim de bir bütçem var ulan di mi?’ bakışı fırlattım. Etkili olmuş olacak ki başka bir öneride bulunmadı. En fazla iki kitap alırım diye girdiğim çarşıdan elimde beş tane kalın kitapla çıkabildim.

İsmi biraz basit, tipik aşk romanı gibi görünüyor farkındayım. Ben de bir anlık gazla almışım herhalde ama şimdi iyi ki almışım diyorum. Çünkü bir aşkın etrafında çok daha fazlasını anlatıyor kitap ki beni etkileyen tamamen bu özelliği. Özellikle benim gibi 2. dünya savaşı manyağı olanları çok tatmin edecektir eminim. Bugüne kadar filmlerde ve oyunlarda gördüğümüzün dışında insanlığın gördüğü bu en kapsamlı ve kanlı savaşa dair birçok şeyi kafamızda kurmamızı sağlıyor. Haliyle 1939-1945 yılları arasında geçen romanda savaş nedeniyle ayrılmış olan biri asker diğeri hemşire iki rusun birleşme hikâyesi genelde bir bölüm erkeği bir bölüm kadını anlatacak şekilde kurgulanmış. 

St. Petersburg doğumlu Paullina Simmons’un yazdığı 503 sayfadan oluşan kitap, bir sayfaya oldukça fazla yazıyı sığdırdıklarından başlarda hiç bitmeyecek gibi gelse de kısa sürede bağlıyor kendine. Bu hanım ablanın birkaç ‘bestseller’ romanı varmış, yakın zamanda onları da bulmak için Ankara kitapçılarını gezmeye başlayacağım. Yine yaptığım derin araştırmalarda, kocaman yazının sadece bir paragrafında tanıtmayı başardığım kitabın son baskısının nisan 2007’de olduğunu öğrendim. Bu yüzden bulmanız zor olabilir, okumak için merak oluştuysa içinizde kitabı gönderebilirim.

Üç önemli kriterden birini, kitap arkası yazısını yapıştırarak bitirelim:

Tatyana gün boyunca aralıksız çalışıyor, akşamları da neredeyse bir yaşına gelen oğluyla oynuyordu. Geceleri ise yatağının kenarına oturup bir yandan ciğerlerine açık camdan akdeniz havasını çekiyor, diğer yandan boynunda asılı olan alyansıyla oynuyordu. Amerika'ya geleli yaklaşık bir sene olmuştu. Yirmi bir yaşına bastığı gün, Ellis'teki odasında Antony'yi doyurduktan sonra Sovyetler Birliği'nden geldiğinden beri ilk defa siyah sırt çantasını eline aldı. Önce Alman yapımı dolu tabancayı çıkardı ardından Bronz Atlı kitabını, Rusça-İngilizce sözlüğünü, tek fotoğrafını, evlilik fotoğraflarını ve Alexander'ın asker şapkasını teker teker yatağının üzerine koydu. Tam o sırada çantanın en altında Alexander'a ait olan Sovyetler Birliği Kahramanlık madalyasını buldu. Gecenin bir yarısında bulduğu bu madalyaya uzun bir süre gözünü ayırmadan baktıktan sonra koridora çıkarak bir süre de ışığın altında inceledi ve bir hata yapıp yapmadığından emin olmaya çalıştı... Düşünmeden edemiyordu, eğer Alexander öldüğünde boynunda bu madalya varsa, şimdi hala boynunda olması gerekmiyor muydu?

Bu destansı aşk ve savaş hikâyesinde Tatyana 18 yaşında, hamile ve dul bir kadındır ve savaş yüzünden yerle bir olmuş Leningrad'tan kaçarak kendine Amerika' da yeni bir hayat kurar. Fakat geçmişi onu rahat bırakmaz. Kocası Binbaşı Alexander Belov'un hala yaşıyor olduğuna ve dahası ona ihtiyacı olduğuna duyduğu inanç Tatyana'da takıntı haline gelmiştir. Bu sırada Amerika' dan çok uzak bir kıtada Alexander geçici bir süreliğine idam cezasından kurtulmuş ceza taburundaki diğer askerlerle Avrupa'ya doğru ilerlemektedir. Her dakikasında ölümle burun buruna geldiği günlerde umutsuzca da olsa tek dileği Tatyana'yı son bir kez görebilmektir...

Okumak Lazım


Çaytostayran'da yapmaya başlayıp beceremediğim şeylerden biri de liste ve tanıtımlardı. Bu blog için özellikle kitapları çok önemsiyorum. Okumam gereken çok fazla kitap birikti.

Askerlikteki o ara dönemdeki kadar olmasa da kitap okumaya vakit ayırmayı amaçlıyorum bu sene. Eğer başarırsam okuduğum kitapları buradan tanıtmaya çalışacağım. Belki bu şekilde öncelikle kendim okumayı, sonra başkalarına da kitap okutmayı, tavsiyeler almayı ve vermeyi başarmış olurum. Bu gibi düşünceleri olan arkadaşlar bulursam kitap değiş tokuş etme projem de var. Üstelik belli bir sürede geri verme şartı koyacağız ki mecburen okumak zorunda kalalım. 

Şimdilik okuma listemi vereceğim. Bitirdikçe fikirlerimi de söylerim.

Bundan başka kitaplardan, dizilerden, filmlerden, netten gördüğüm hoşuma giden replikleri, pasajları, alıntıları da paylaşacağım.

Bir sonraki gönderide çaytostayran'da yaptığım kitap tanıtımını paylaşacağım. Baya bir soranı olmuştu o kitabın. Ben de gönderebilirim demiştim ama sonradan kimseden ses çıkmamıştı. Bundan sonra isteyen olursa da gönderemem çünkü o kitabı verdiğim insanla bir daha görüşmeyeceğiz. İlk yazı'da bahsettiğim insan, evet.

Neyse ben listeyi vereyim;
  
Okumuş olup da tavsiye edebileceğim kitaplar;

Tutunamayanlar - Oğuz Atay (Bu kitabı tanıtmak isterdim ama kendimi bu kitabı tanıtabilecek kadar yetkin görmüyorum. Bu kitap hakikaten okuduğunuzda hayatınıza etki edecek kadar efsane. Kesinlikle okuyun.)

Olasılıksız - Adam Fawer
Empati - Adam Fawer 
Güneşin Zaferi - Wilbur Smith
Tatyana ve Aleksandr - Paullina Simons
Ejderha Dövmeli Kız - Stieg Larsson
Zar Adam - Luke Rhinehart
Patasana - Ahmet Ümit
Bab-ı Esrar - Ahmet Ümit
Koloni - Jean Christophe Grange

Okunmayı bekleyen kitaplar;

İstanbul Hatırası - Ahmet Ümit 
Ateşle Oynayan Kız - Stieg Larsson
Limon Ağacı - Sandy Tolan
Sil Baştan - Ken Grimwood
Kayıp - Harlan Coben
Atlantis Şifresi - Charles Brokaw
Casusluk - Ernest Volkman

Edinmek istediğim kitaplar;

Oğuz Atay; Bütün kitapları. 
Bronz Atlı - Paullina Simons
Emrah Serbes; Her Temas İz Bırakır
                       Son Hafriyat
Wilbur Smith; Edinebileceğim ne varsa.

Arşivden - 18

Hayat hep ironiyle dolu. Çaytostayran'da yazdığım son yazıymış bu, yeni blogun ilk yazısı olmaya uygunmuş baksana; yeni bir hayatın başlangıcı. O zamanlar bir haftalık olduğum işte devam ediyorum. Tutunmaya çalışıyoruz hala. Arşiv bitti, artık önümüze bakalım...

Ve İşte Ben... 


Kendimi o kadar garip hissediyorum ki...

Hani şu uzun ama geçirmek zorunda olduğun bir dönem içindeyken hiç bitmeyecek gibi gelir de bittikten sonra aslında ne kadar çabuk geçtiğini düşünürsün. Lise gibi, üniversite gibi, askerlik gibi...
Ve sonra hep yeni bir başlangıç olur...
Bazılarına göre çok şanslıyım. Bana göre öyle mi? Bilemiyorum, belki de...
Artislik olsun diye anlatmıyorum bak yemin ederim, öyle huylarım yoktur.
En yakın arkadaşlarım hala okurlarken bitirdim okulu, 2 sene olmuş. Belki o yüzden gençlik ve orta yaşlılığın girişi arasında takılıp kaldım. Yaşım genç, görünüşüm yaşımdan da genç, yaşadıklarım hiçbirini tutmuyor. Kötü anlamda değil bu, herkesin yaşayabileceği ve belkide dönemine göre güzel şeyler. Ama işte bana garip hissettiriyor. Sanki arayı kaçırmışım gibi, bazı şeyleri atlayıp direk olaya dalmışım gibi.
Üniversiteyi bitirip dağıldıktan sonra hep bulunduğum yerlerdeki en genç kişi oldum. Önce yüksek lisansa başladım. Benim gibi mezun olur olmaz başlayanlar vardı birkaç tane, gerisi çalışan kesimiydi. Derken okulu bıraktım, işe başladım. Yine en genç bendim. Allah’tan o zamanlar öğrenci evinde kalıyordum. Hissetmiyordum farkı. Zaten kot ve t-shirt ikilisiyle gidiyordum işe. Haftada bir traş oluyordum. Keçi sakalım falan vardı. Öğrenci gibiydim hala.
Sonra 1 hafta diye gidip 2 ay kalmak durumunda kaldığım Ukrayna macerası. İlk ve tek yurtdışı tecrübesi, deli gibi bir çalışma temposu. Orada taşeron firmanın mühendisi olarak işveren şirketin dizayn ofisinde bizim şirketten bir tek benim kalmam. Tabii ki oradaki en genç insanın yine ben olması. Firmalar arasındaki sorundan dolayı her sabah işverenin mühendisiyle tartışmamız. İşlerin bitmesinden sonra bile binbir rica minnet ülkeye dönebilmem. Tecrübelerin sırta binmesinde ilk dönüm noktası burası oluyor sanırım.
Daha sonra askerlik tabii ki. Tam bir sene dile kolay. Önce acemilik, 3 ay diye gidip 18 gün olduğunu öğrendiğimde yaşadığım sevinç. Meslek kurası muhabbeti. Ankara... Kontrolörlükler, şehir şehir dolaşmalar, projeler, keşifler... Askerlik arkadaşlarımın en küçüğünün 81’li olması. Hepsiyle enseye tokat olmak.
Sonra iş görüşmeleri. Önceleri nefret ettiğin Ankara’da kalmayı istemek. Umut etmek, olmaması. Sonra izin alarak başka bir görüşmeye bilmediğin bir şehre gitmek. Ciddi görünmek, yaptığın işleri anlatmak, hiç sevmediğin klasik giyim.
İlk defa adam akıllı bir iş görüşmesi geçirmek, ingilizce konuşmalı, iş tecrübelerinin dışında senin için önemli değerlerin, iş hayatı kakkındaki düşüncelerinin falan sorulduğu türden. İyi polis kötü polis rolü oynayan iki tane müdür. Görüşmenin bana göre bok gibi geçmesi. “Olumlu veya olumsuz size geri bildirimde bulunacağız.”...
Hiç umudun olmadığı halde adamların araması, 2. Görüşmeye bile çağırmadan işin olması. 

Askerliğin bitmesi. Veda muhabbetlerinde içinin bir garip olması. Şubatın 1’i olduğunda “Oğlum şubatı da yedik lan.” diyerek başlattığın ve mart, nisan, haziran, temmuz için devam eden muhabbeti hatırlayıp “Çüş, sadece o zamandan bile 5 ay olmuş.” demen.
Ve sonra yeni bir hayata atılmanın telaşı. Bilmediğin bir yerde ev arama, eşyalar, bir yandan topladığın işe giriş belgeleri. Kendine bir ev kurman. (Bu arada ev kurmak çok pahalıya patlıyormuş hakikaten.)
Anne baba gittiğinde yeni evinin sana kocaman gelmesi. İlk defa tamamen tek başına kalmak. Aldığın yiyeceklerin çürümesi, ekmeklerin küf tutması. Devasa bir yalnızlık...
Sonra işe başlamak, büyük bir firma, yeni insanlar, yeni bir masa, bilmediğin bir iş alanı. Başka bir okuldan nakille gelip, yeni sınıfına ilk girermişcesine yaşadığın gariplik.
 

Ve geçen bir hafta...
Kendimi Düzce’deki SP fabrikasında staj yaptığım zamanlardaki gibi hissettim. Sabah çık servise bin, işe git, öğrenmeye çabala. Tek farkı o zaman kısa kollu gömleği, keten pantolonu ve klasik ayakkabıyı giyen babamdı, şimdi ise ben (Bu arada o stajı yapalı da 4 sene olmuş, oha!). Hiç o tarz kıyafetlerim yoktu ve hepsini yeni almak zorunda kaldım. Saçlarımı kaldırmayı severdim, şimdi yana tarıyorum. Resmen çalışan adam gibi görünüyorum artık.  
Akşamları eve gel, yemek hazırla. Sonra bulaşığını yıka. Tamam bunları öğrenciyken de yapıyorduk ama daha bir rahattı sanki o zamanlar. Beraber yapıyordun bazı şeyleri. Şimdi benden başka bulaşık yıkayan yok. Yemek hazırlayan yok. Evi temizleyen yok. Çamaşır yıkayan yok. Yok babam yok.
Gece sahura erken kalkıp kendime birşeyler hazırlıyorum. Artık herşey için alarm kurmak zorundayım, annem gelip kaldırmıyor.
Bu haftasonu ne mi yaptım? Gittim bulaşıkları yıkadım, makinaya çamaşır attım, evi süpürdüm. Akşama da pilav ve patlıcan yemeği yapacağım.
Hafta içleri babama, hafta sonları anneme dönüşüyorum anlayacağınız...
Kalın sağlıcakla. 

Arşivden - 17

11 Nisan 2010...

Kalp ve Beyin 


-      - Kahretsin ya bıktım artık senden! Artık rahat bırak şu adamı, sızlama adam her başını yastığa koyduğunda. Kaç sene oldu? Üç mü beş mi? Düşündürtme bana eskileri, hatıraları. Bana düşündürdükçe sen çekiyorsun acıyı. Bırak sileyim her şeyi, unutturayım, yeni umutlarla dolayım. Belki kapatırsın sen de yaralarını böylece, yapma bunu kendine, lütfen.

-         - Ben çok mu istiyorum sanıyorsun? Olmuyor işte olmuyor; tam başka uğraşlar buluyorum kendime, başka heyecanlar, başka olaylar, başka insanlar için atmaya başlıyorum tüm gücümle, yaraların kabuklandığını sanarken ben, bir şekilde derinlerimde bir yerlerde başlıyor kanama. Önce küçük bir sızıntı şeklinde, sonra büyüyor, durmuyor. Ne kadar istesem de o kalıyor yerinde, söndürülmüş bir ateşte hayatta kalmak için rüzgârın en sessiz nefeslerini kullanmaya çalışan bir kor gibi.
-           
          - Peh! Benzetmeye bak. Sen ve senin romantik ayakların, cinsiniz bozuk oğlum sizin hepiniz böylesiniz. Bu adam ne çektiyse senin yüzünden çekti biliyorsun değil mi? Senin atmanı sağlayan diğerlerini kenara atmayı bırak artık. Ailesi, arkadaşları, uğrunda hepimizin çok sıkıntı çektiği geleceği… Bütün bunları tek bir kalp için bırakmaya değmez, sen de biliyorsun. Bir gün dayanamayacaksın, tıkanıp kalacaksın, uğrunda atacak bir şeylerin kalmayacak ve hepimizin sonu olacaksın. Bu mu istediğin?
-         
        - O kalp de bir zamanlar benim için atıyordu ama. Belki de hala…
-           
        - Al işte, hala diyor ya, hala diyor ya! Atmıyor kardeşim atmıyor. O kalp senden sonra eminim başkaları için de atmıştır, hala da atıyordur severek, isteyerek. Senin gibi bize acıdığından değil. Sen hala seneler öncesinde yaşıyorsun. Onun yüzünden kaç kalbi yarı yolda bıraktın sen? Senin onlara yaptığın çok mu farklı bu durumda? Biraz gayret etseydin şu an hepimiz mutlu mesut yaşardık ve bu adam her gece uyuyana kadar aynı eski filmleri izlemek zorunda kalmazdı. 
-           
          - Kaç kere diyeceğim sana ya? Ben sadece inancımın peşinde koştum, sen de biliyorsun hepsini. Diğer kalpler için üzülmedim mi sanıyorsun, denemedim mi sanıyorsun? Olmadı işte, beceremedim, yapamadım. Bundan sonrası ne olur bilmiyorum,  sen düşün artık. Zaten düşünmek senin işin değil mi?
-           
         - Çok komik, senden bir halt olmaz! Ne halin varsa gör…

Arşivden - 16

Hangimiz böyle değiliz ki? 3 Mart 2010...

Küçük Dünya - Giriş 


Yavaş yavaş uyanıp duyu organları çalışır hale gelmeye başladığında gözleri seneler önce hevesle boyadığı odanın mavi duvarını gördü, kulakları ise çalan şarkının sesini duydu. Bilgisayarı her gece açık olurdu; uyumasına yeteceğini tahmin ettiği süreyi tamamlayacak kadar sıraya koyar sevdiği şarkıları, karışık çalmaya geçmeden önce uyuyabilmeyi umardı. Sıraladığı şarkılar bitmeden dalardı her seferinde…

Sabahları ise genelde bilmediği grupların şarkılarıyla uyanırdı. Tek bir şarkısını dinleyip beğendiği şarkıcıların bütün albümlerini bulur, hiç birini dinlemezdi sonradan. Bütün gereksiz şeyleri sileceğine söz verir bilgisayarı her kastığında, sevdiği şarkılardan tek bir çalma listesi oluşturup gerisini kaldırabileceğine inanır; bu inanış günler sonra bilgisayarı yeniden kastığında gelirdi aklına yeniden. Bu yüzden uyandığında kulağına gelen müzik seslerini genelde beğenmez, artık müziksiz uyuyacağına kendini inandırır, akşamına unuturdu.

O sabah farklı olmuştu ama. Uzun zaman sonra senelerdir kullanıp asla sürümünü yükseltmediği müzik programı ona kıyak geçmiş, gözlerini açtığı sırada kulaklarına da çok sevdiği bir şarkı dolmuştu. Ona bu tip şeyler her zaman saçma gelse de, duyduğu sözlerin ona bir mesaj olup olmadığını düşünmeden edemedi. Gülümsüyordu yüzünü yıkamaya giderken.

“When hours have gone by, i’ll close my eyes. In a world far away, we may meet again…”

Arşivden - 15

14 Şubat 2010'da karalamışım. Zaman ve hayat geçmeye ve geçirmeye devam ediyor. Hiç mi değişmez insanlar? Sinüs dalgasıyız aslında hepimiz, Doğum ve ölüm aynı çizgi... Başlıyoruz bir noktadan; artıyoruz, öğreniyoruz, kazanıyoruz, kaybediyoruz sonra, üzülüyoruz, ağlıyoruz ve tekrar umut etmeye başlıyoruz. Bir kazan, bir kaybet... Bir üzül, bir sevin... İşin aslında hep aynı yere varıyoruz. Hepimizin ortalaması sıfır. 

Öyle İşte... 


Ne mutluluk martının kanatlarında, bir çocuğun gözlerinde falan diye zırvalayacağım, ne de biz ne zaman mutlu olacağız, hayat ne zaman gülecek bize de diye ajitasyon yapacağım.

Hani zor bir döneme girmeden önce deriz ya ‘şu zamanları bir atlatsam’ diye, sonradan rahata erince söylediklerimizi hatırlar güleriz kendimize; işte yine öyle bir andayım.

Belki söylediğim kadar sebepsiz içimdeki sıkıntı, belki içe atılmış ve birikmişlerin küçük bir yansıması. Ama sonuçta orada düğümleniyor işte, balık ağına takılmış bir taş gibi ve onun kadar sert.

Geçsin gitsin şu zamanlar, bitsin artık. Öyle işte…

Arşivden - 14

13 Şubat 2010...

Mavi ve Yeşil (48 Saat - 2000 km)


2008’in 6 Eylül’ünde yüksek lisans için girdiğim İngilizce sınavında yazdığım essay’den sonra ilk defa kalemle uzunca bir yazı yazıyorum ve ilk cümleden itibaren görüyorum ki yazım hala berbat.

Normalde benim gibi üşengeç bir adamın kâğıda yazıp sonradan bu yazıları bilgisayara geçirmesi çok zor bir ihtimal, ama şu an hem imkânlarım kısıtlı (hala otobüsteyim), hem de şu kısa sürede yaşadıklarımdan herhangi birini unutmak istemiyorum.

Perşembe sabah erken saatlerde başladı macera. Aşti’ye ulaştıktan sonra öğrendik bineceğimiz Trabzon otobüsü, Ulusoy’un kendi terminalindeymiş. Taksiye binersek yetişebilirmişiz. (!)

Taksiye doluşmamızı müteakip benim anladığım rerörerö’nün aksine şoför bey bu kadar adamı alamayacağını söylemiş. ‘Ulan binmişiz işte, zaten götüreceğin yer 250 mt ötede!’ yakarışımız işe yaramadı ve adam ‘İki taksiyle gidin.’ inadından vazgeçmedi. O an aklıma Yahşi Batı’daki ‘Get out of the carriage, you son of a bitch!’ sahnesi geldi, güldüm kendi kendime.

Ulusoy firması hakikaten bütün Karadeniz seyahat ağını ele geçirmiş. Samsun yolculuklarımla beraber bu iki seyahatimde de anladım ki eskiden bildiğimiz ‘Vaaay Ulusoy oğlum, Neoplan falan.’ anlayışı Karadeniz tarafında tamamen farklı.

En arkanın bir önündeki yerime oturup, otobüsün Çorum dolaylarında verdiği molaya kadar hiçbir şey olmadı; evet uyudum. :)

Sabahki taksi olayından sonra tesislerde bir tabak yemek ve bir kâse çorbaya 12,5 TL vermemle yolculuğun pek hoş geçmeyeceğine olan inancım iyice artmıştı. Henüz 3 saat geçmişti ve önümüzde 10 saatlik daha yol vardı.

Kitap okuma ve akabinde gerçekleşen uykuya dalma seanslarımdan arta kalan zamanlarımı müzik dinleyip camdan dışarıyı seyrederek geçirdim. Tüm yaptığım yolculukların en önemli kısmını müzik dinleyerek dışarıyı seyretmek oluşturmuştur hep. En uzun demedim; ‘Uyku ne oluyor uyku?’ şeklinde saldırmayasınız diye. :)

Özellikle, kahverengi ve çorak topraklarda yükselmiş beton blok gruplarından oluşan Ankara’dan geliyor olduğum için bana içinde büyüdüğüm Düzce’yi hatırlatan Karadeniz doğasını seyretmek çok keyifli oldu.

Çorum, Merzifon, Samsun, Ordu, Giresun…

Samsun’dan itibaren yolun, deniz ve ona paralel giden dağların arasında kalması bütün stresimi aldı. Bir tarafta mavi, bir tarafta koyu yeşil; en sevdiğim iki renk…

Koca otobüsün Ünye’nin içinden geçmesi çok ilginçti. Hakikaten içinden ama; hani her ilçe merkezinde bir adet heykeli, onu sarmalayan meydanı, bankalar, devlet binaları falan olur ya, işte biz Ünye’ninkinin tam ortasından geçtik.

Sonrasında Trabzon sınırlarına girene kadar hatırladığım en güzel şey, Ordu terminalinde otobüse giren yaşlı amcadan aldığımız sıcacık kavrulmuş fındık oldu.

Trabzon’un girişinde otobüs, isteyenler Trabzon ekmeği alabilsin diye bir ekmek fırınının önünde durdu. Şaşırdım önce, ama sonradan öğrendim ki adetmiş bu. Dönüş yolunda ben de bu hizmetten faydalandım elbet.

Bu yolculuğu daha ilginç ve komik hale getiren bir olay da bu kısa molanın ardından meydana geldi. Otobüs, hareket ettikten iki dakika sonra durdu; bir yolcuyu unutmuştuk! Koca otobüsle ters yönde geri geri 1 km kadar gittik. İçinde bulunduğum arka grup insanları olarak hepimiz birer muavin kesildik: baktığımız arka camdan ‘Aha şimdi çarpacan.’,’Sol yap.’ gibi yorum ve direktiflerde bulunduk.

Bize doğru gelen araçlardan sadece birkaçı dörtlülerini yaktı, çoğu olayı çok normal karşılarmışçasına soldan sessizce geçip gitti; burası Karadeniz’di.

Bu ters yönde tehlikeli yolculuğumuzdan sonra fırına ulaştık ve unutulan yolcuyu geri aldık. Yolcu, benim tahminim olan tuvalete giden güzel bayan değil, dışarıya sigara içmeye çıkan şoföre niye hep haber izliyoruz, dizi izleyelim diye serzenişte bulunan kadındı (Perşembe; aşk-ı memnu akşamı). Güzel bayan ön tarafta oturuyormuş, görememişim. :)

Dizici teyze onu almak için giriştiğimiz macerayı hiçe sayıp, ‘Siz hep yolcularınızı unutur musunuz?’ diye kızdı. Biz, şoför ve arka kısım muavin grubu olarak bir teşekkür bekliyorduk hâlbuki. :)

Otobüsümüz otogara varana kadar Trabzon içinde en az 20 kere durup yolcu indirdi, artık şoförün kariyerinde dolmuşçuluk geçmişi olduğunu düşünmeye başlamıştım. Yine birini indirmek için durduğumuzda muavine tam çemkirecektim ki çok komik bir şey oldu. Muavin bizim tarafa geldi ve dedi ki: ‘Ya şu koltukta bir abi oturuyordu, burada inecekti. Ne oldu o?‘

Kısık sesle ‘Neyse boşver.’, yüksek sesle ‘Devam kaptan.’ derken biz 2. kayıp yolcu vakasının şaşkınlığını yaşıyorduk.

En sonunda vardık Trabzon’a, günü tamamlamak için küçük bir yolculuğumuz daha kalmıştı. Rize’ye kadar olan bu 70 km’lik kısa yolculuğu önceden kiralanmış arabayla yapacaktık. Yarım saattir bizi beklemiş olan adamları bulduk, form işlerini halledip arabaya yerleştik. Bu esnada adamlar gitti tabi ama biz arabayı çalıştıramadık; aküsü boşalmıştı. Geri çağırdığımız şirket elemanları, kendileri de çalıştıramayınca bize kendi arabalarını verdiler. Hemen diğer arabaya transfer olup harekete geçtik. Işıklarda durduğumuzda adamlar çalışmayan arabayla yanımızdan geçtiler, bize korna çaldılar. :)

Rize’ye varınca ilk iş balıkçıya gittik. Bursa Fenerbahçe’ye üç atmıştı ve maçın son anlarıydı. Ballı Fener 92. dakikada Daniel ‘Emrah’ Guiza’nın doğru düzgün vuramadığı topun Bursa’lı oyuncuya çarpıp kaleye girmesiyle yine kıvırdı.

Otel bulmak için çıkarken saat 12’yi bulmuştu. Son kez tabağıma baktım ve biraz yeşillik artığı ile 2 boşalmış limon dilimi ile birlikte hamsi ve barbun kuyruklarından oluşan bir yığın vardı; balıklar kılçıklarıyla beraber midemdeydi. :)

Oteli bulup sabah 8’e çeyrek kala kahvaltıda buluşmak üzere odalarımıza çekildik. Amacımız, öğlene kadar işimizi bitirip akşam 8’deki dönüş otobüsüne kadar Rize ve Trabzon’u dolaşmaktı.

Bu kadar yol yorgunluğunun üstüne erken kalkmanın zor olacağını düşünüyordum ama belki otobüste çok uyuduğumdan, belki biraz hasta olduğumdan çok erken uyandım, uzun zaman sonra sabah ezanını dinledim.

Güzel bir kahvaltıdan sonra bir an önce işimizi bitirmek için yola koyulduk. Sabahtan öğlene kadar geçen sürede işimizin de yüksek bir noktada olmasından dolayı birçok muhteşem manzarayı görme şansım oldu.

Öğlen yemeğinden sonra Rize merkezde dolaştık biraz. Anneme çay, kendime ise hamsili anahtarlık aldım. Haberlere konu olan, üzerine tabela istenecek kadar karışık olduğu ileri sürülen üstgeçidi görmeyi de ihmal etmedik.

Israrlarım üzerine Rize’de fazla oyalanmayıp Trabzon’a gittik. Rize’deki güneşli havanın aksine Trabzon’da hava kapalı ve kasvetliydi. Trabzon’a gitmemizi isterken ne kadar bahtsız bir insan olduğumu unutmuştum.

Vardığımızda, otobüse birkaç saat kalmıştı. Hem hava muhalefeti, hem yol bilmediğimizden vaktimizin de kısa olduğunu hatırlayıp gidip bir yerlerde çay içelim bari dedik. Ama Trabzon’da oraya hiç yakışmayan çok eski bir terminal vardı ve sanayinin tam ortasındaydı.

Sanayinin içinde aile çay bahçesi olacak değildi ya; bir kıraathane bulduk ve içeri attık kendimizi. Hazır kahveye de gelmişken king çevirmeden dönülmezdi elbet. Diğer üç arkadaş batarken 820 puan alınca havaya girdim tabi. Oyun boyunca kahvedeki vatandaşların muhabbeti neşe kaynağı olmuştu bize: ‘Ha şu üç’i at artuk daa!’

Yaptığım artistliklerden hırslanan meslektaşım tavlada meydan okudu. İlk oyunu 5-4 kazandım ama zirvedeyken bırakıp gaz ve kışkırtmalara gelmemem gerektiğini unutmuştum. Sonuçta 5-1 yenildim.

En sonunda mağlubiyeti tatmamla terminale geri dönmeye karar verdik. Evet, hepimiz Trabzon’a ilk defa geliyorduk ve sahip olduğumuz birkaç saati sanayinin ortasındaki kötü bir kıraathanede king oynayarak geçirmiştik. :)

Mavikent dinlenme tesislerinde 25 dakika ihtiyaç molası...

Terminale vardığımızda otobüsün kalkmasına 1 saatten az vardı. Telefonumun şarjı bitmek üzereydi; arkadaşın şarj aletini alıp telefonumla birlikte Ulusoy bürosuna verdim prize taksınlar diye; öncesinde ‘Abi ben sizin 8 otobüsünüze biletliyim.’ demeyi de unutmadım elbet. Bu çözümün büfedeki 5 dakikada hızlı şarj makinesini deneyen arkadaşımınkinden daha etkili olacağını biliyordum.

Otobüsün hareket etmesinden önce, bu konuda tecrübeli biri olarak tuvalete gitmeyi ihmal etmedim. Lakin çıkışta genç bir arkadaşın ‘Abi, bir dakika.’ demesiyle duraksadım; parayı ödemeyi unutmuşum. Tuvaletin başındaki kabinde oturan amcaya ‘Kusura bakmayın, dalmışım.’ dedim. O da bana ‘ Sen da hiç etrafina bakmiysun.’ diye yanıt verdi. Gülümsedim.

Otobüsümüz şehirden çıkmadan yol üzerinde bir sürü yolcu aldı. Ekmek alma hizmetinden faydalanıp yerimize geçtiğimizde artık dönüş yolculuğuna başladığımızı hissettim.

Telefonumun şarjı tekrar bittiğinde Ordu’daydık. Siyah denizden kıyıya doğru eşit aralıklarla sürüklenen dalgaların beyaz köpüklerini seyrederken dalmışım uykuya. Molada arkadaşımın ‘Yemek yiyecek misin?’ sorusuna gözlerimi kırpıştırıp yarım ağızla ‘Hayır.’ demem haricinde Ankara’ya varana kadar hiç uyanmadım.

En sonunda odama varmıştım ama yollar bitmiyor tabi. Wc - duş - çanta hazırlama gibi ihtiyaçları tamamladığımda saat 9 buçuk olmuştu bile. Saat 10’daki Kayseri otobüsüne yetişeceğim inancını hiç kaybetmedim, minibüs şoförlerine güveniyordum.

Nitekim yetiştim de. Üstelik altgeçide doğru hızlı hızlı yürürken mp3 çalarımın montumun delinmiş olan sol cebinden fırlayıp kulağımdaki kulaklıklara asılı kalmasıyla vakit kaybetmeme rağmen!

Şans bu ya, yan koltuğum da boş. En son binmenin güzelliklerinden biri de bu olsa gerek. Yanımda biri otursaydı bu yazıyı asla yazamazdım. Şimdi bile ‘Acaba arkadan okuyorlar mı?’ diye düşünmüyor değilim.

Saat 1 buçuk olmuş; tam 3 saattir bunları yazıyorum. ‘Satırlarıma son verirken’ (hep bu sözü kullanmak istemişimdir.) kendime bu yazıyı bilgisayara geçirmede kolaylıklar diliyor, size de sonuna kadar okuduğunuz için teşekkür ediyorum.

Not: Şimdi dönüp bakıyorum da, el yazım hakikaten çok kötüymüş. :)




Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...