9 Ocak 2011 Pazar

Arşivden - 13

7 Şubat 2010...

Ölüm ile Aşk 


Hani ben genelde ölüm üzerine yazıyorum ya, işte anlatacağım bunun en büyük nedeni belki de…

Bilinçaltı işte, yaşadığımız her olayı atıyor bir kenara. Ne de olsa yer çok, yüzde üçünü kullanıyormuşuz beynimizin, çoğu var olanı da kullanamıyor ya...

İşte bu bilinçaltı denen nane öyle bir şey ki, siz normal yaşamınıza devam ederken fark etmezsiniz olan biteni. Ama başınıza bir şey geldiğinde, çok daha önce yaşayıp belleğinizin derinliklerine gömülen benzer bir olayı anımsatır size. Bazen nasıl unutmuşum dersiniz, bazen üzülürsünüz hatırlayınca. Lakin mutlaka yeni karşılaştığınız olayda o eski hatıraların etkilerini görürsünüz. Belki edindiğiniz tecrübeyi kullanırsınız, belki de sadece duygularınız değişir bir anda ister istemez.

İşte ben bu yüzden hastanelerden nefret ediyorum…

Biliyorum insan yaşamında yeriniz büyük, milyonlarca hayat kurtarılıyor içinizde vesaire ama işte içinizde yok olmuş bir tane hayat bile sizden nefret etmeme, sizden yardım almaya gelmiş olsam da lanet etmeye, koridorlarınızdaki o pis ilaç-hastalık-kan karışımı kokuyu duyunca midemin bulanmasına engel olmuyor. Üzgünüm.

Sizin belki hiçbir suçunuz yok, yanlış tedavi falan da değil muhtemelen. Gerçi o zamanlarda ‘yanlış tedavi’ diye bir kavram da yoktu, öldüyse ölmüştür; doktorlar büyük, doktorlar önemli. Biz sıradan insanların laf etmeye hakkı yok kimseye. ‘Madem beğenmiyorsun burayı bas parayı özel hastaneye git.’ devriydi çünkü o zamanlar; ‘Devlet doktorunun ilacının parasını veriyor. Hala bir boku beğenmiyorlar. Bu millete iyilik yaramaz!’

Bugün de pek bir şey değişmemiş gerçi, sık sık çıkan hastane haberlerinde midemin bulandığını hissedişimle kanalı değiştirmem arasında geçen birkaç saniyelik sürede anlaşılıyor tüm haber içeriği. Zaten bizim haber mantığımız da görüntüler eşliğinde, aynı cümlenin evrilip çevrilip tekrar okunması değil mi?

Ben hayatımda bir kere hastanede yattım, 3 günlüğüne. Bilmiyorum hangi hastalıktan yattım, ama önemli bir şey olmalı. Neticesinde çok ciddi olmayan durumlarda hep eczane destekli anne ilaçları yöntemi geçerli olurdu. Hastaneye gitme olayı büyüktü çünkü. Sigortalı olmak isimde güzel gözükse de meşakkatli bir işti sonuçta. Sabahın köründe kalkmalar, bitmeyen sıralar…

7 yaşında falan olmalıyım, küçük bir yerdi gittiğim yer; SSK hastanesi. Hastane dediğime bakmayın, o zaman bir binanın bir ya da iki katıydı. Sonradan yeni binaya taşındı elbet, eski yerine birkaç derslikli uyduruk bir dersane açıldı diyeyim, siz anlayın.

Serum yemenin nasıl bir duygu olduğunu öğrenmem haricinde o günlerden aklımda kalan iki şey daha oldu; ilk yatırıldığım zaman odanın giriş kısmındaki yatakta yatan yaşıtım tahmin ettiğim kız çocuğu ile sonradan yorgun gözlerimin onun boş yatağının yanında annesinin gözlerinden süzülen yaşlarına takıldığı an…

Hastalığı neydi, ne kadardır oradaydı, nasıl yitip gitti sonsuzluğa hiçbirini bilmiyorum. Soramadım hiçbir zaman anneme...

Hani ilk aşk muhabbeti döner ya ara sıra. Ben, o sadece bir defa gördüğüm küçük kızı seçtim kendime ilk aşk olarak, ne ifade ettiğini bile bilmediğim zamanlarda.

İşte bu yüzden ölümden bu kadar çok bahsediyorum…

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...