9 Ocak 2011 Pazar

Arşivden - 18

Hayat hep ironiyle dolu. Çaytostayran'da yazdığım son yazıymış bu, yeni blogun ilk yazısı olmaya uygunmuş baksana; yeni bir hayatın başlangıcı. O zamanlar bir haftalık olduğum işte devam ediyorum. Tutunmaya çalışıyoruz hala. Arşiv bitti, artık önümüze bakalım...

Ve İşte Ben... 


Kendimi o kadar garip hissediyorum ki...

Hani şu uzun ama geçirmek zorunda olduğun bir dönem içindeyken hiç bitmeyecek gibi gelir de bittikten sonra aslında ne kadar çabuk geçtiğini düşünürsün. Lise gibi, üniversite gibi, askerlik gibi...
Ve sonra hep yeni bir başlangıç olur...
Bazılarına göre çok şanslıyım. Bana göre öyle mi? Bilemiyorum, belki de...
Artislik olsun diye anlatmıyorum bak yemin ederim, öyle huylarım yoktur.
En yakın arkadaşlarım hala okurlarken bitirdim okulu, 2 sene olmuş. Belki o yüzden gençlik ve orta yaşlılığın girişi arasında takılıp kaldım. Yaşım genç, görünüşüm yaşımdan da genç, yaşadıklarım hiçbirini tutmuyor. Kötü anlamda değil bu, herkesin yaşayabileceği ve belkide dönemine göre güzel şeyler. Ama işte bana garip hissettiriyor. Sanki arayı kaçırmışım gibi, bazı şeyleri atlayıp direk olaya dalmışım gibi.
Üniversiteyi bitirip dağıldıktan sonra hep bulunduğum yerlerdeki en genç kişi oldum. Önce yüksek lisansa başladım. Benim gibi mezun olur olmaz başlayanlar vardı birkaç tane, gerisi çalışan kesimiydi. Derken okulu bıraktım, işe başladım. Yine en genç bendim. Allah’tan o zamanlar öğrenci evinde kalıyordum. Hissetmiyordum farkı. Zaten kot ve t-shirt ikilisiyle gidiyordum işe. Haftada bir traş oluyordum. Keçi sakalım falan vardı. Öğrenci gibiydim hala.
Sonra 1 hafta diye gidip 2 ay kalmak durumunda kaldığım Ukrayna macerası. İlk ve tek yurtdışı tecrübesi, deli gibi bir çalışma temposu. Orada taşeron firmanın mühendisi olarak işveren şirketin dizayn ofisinde bizim şirketten bir tek benim kalmam. Tabii ki oradaki en genç insanın yine ben olması. Firmalar arasındaki sorundan dolayı her sabah işverenin mühendisiyle tartışmamız. İşlerin bitmesinden sonra bile binbir rica minnet ülkeye dönebilmem. Tecrübelerin sırta binmesinde ilk dönüm noktası burası oluyor sanırım.
Daha sonra askerlik tabii ki. Tam bir sene dile kolay. Önce acemilik, 3 ay diye gidip 18 gün olduğunu öğrendiğimde yaşadığım sevinç. Meslek kurası muhabbeti. Ankara... Kontrolörlükler, şehir şehir dolaşmalar, projeler, keşifler... Askerlik arkadaşlarımın en küçüğünün 81’li olması. Hepsiyle enseye tokat olmak.
Sonra iş görüşmeleri. Önceleri nefret ettiğin Ankara’da kalmayı istemek. Umut etmek, olmaması. Sonra izin alarak başka bir görüşmeye bilmediğin bir şehre gitmek. Ciddi görünmek, yaptığın işleri anlatmak, hiç sevmediğin klasik giyim.
İlk defa adam akıllı bir iş görüşmesi geçirmek, ingilizce konuşmalı, iş tecrübelerinin dışında senin için önemli değerlerin, iş hayatı kakkındaki düşüncelerinin falan sorulduğu türden. İyi polis kötü polis rolü oynayan iki tane müdür. Görüşmenin bana göre bok gibi geçmesi. “Olumlu veya olumsuz size geri bildirimde bulunacağız.”...
Hiç umudun olmadığı halde adamların araması, 2. Görüşmeye bile çağırmadan işin olması. 

Askerliğin bitmesi. Veda muhabbetlerinde içinin bir garip olması. Şubatın 1’i olduğunda “Oğlum şubatı da yedik lan.” diyerek başlattığın ve mart, nisan, haziran, temmuz için devam eden muhabbeti hatırlayıp “Çüş, sadece o zamandan bile 5 ay olmuş.” demen.
Ve sonra yeni bir hayata atılmanın telaşı. Bilmediğin bir yerde ev arama, eşyalar, bir yandan topladığın işe giriş belgeleri. Kendine bir ev kurman. (Bu arada ev kurmak çok pahalıya patlıyormuş hakikaten.)
Anne baba gittiğinde yeni evinin sana kocaman gelmesi. İlk defa tamamen tek başına kalmak. Aldığın yiyeceklerin çürümesi, ekmeklerin küf tutması. Devasa bir yalnızlık...
Sonra işe başlamak, büyük bir firma, yeni insanlar, yeni bir masa, bilmediğin bir iş alanı. Başka bir okuldan nakille gelip, yeni sınıfına ilk girermişcesine yaşadığın gariplik.
 

Ve geçen bir hafta...
Kendimi Düzce’deki SP fabrikasında staj yaptığım zamanlardaki gibi hissettim. Sabah çık servise bin, işe git, öğrenmeye çabala. Tek farkı o zaman kısa kollu gömleği, keten pantolonu ve klasik ayakkabıyı giyen babamdı, şimdi ise ben (Bu arada o stajı yapalı da 4 sene olmuş, oha!). Hiç o tarz kıyafetlerim yoktu ve hepsini yeni almak zorunda kaldım. Saçlarımı kaldırmayı severdim, şimdi yana tarıyorum. Resmen çalışan adam gibi görünüyorum artık.  
Akşamları eve gel, yemek hazırla. Sonra bulaşığını yıka. Tamam bunları öğrenciyken de yapıyorduk ama daha bir rahattı sanki o zamanlar. Beraber yapıyordun bazı şeyleri. Şimdi benden başka bulaşık yıkayan yok. Yemek hazırlayan yok. Evi temizleyen yok. Çamaşır yıkayan yok. Yok babam yok.
Gece sahura erken kalkıp kendime birşeyler hazırlıyorum. Artık herşey için alarm kurmak zorundayım, annem gelip kaldırmıyor.
Bu haftasonu ne mi yaptım? Gittim bulaşıkları yıkadım, makinaya çamaşır attım, evi süpürdüm. Akşama da pilav ve patlıcan yemeği yapacağım.
Hafta içleri babama, hafta sonları anneme dönüşüyorum anlayacağınız...
Kalın sağlıcakla. 

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...