9 Ocak 2011 Pazar

Arşivden - 14

13 Şubat 2010...

Mavi ve Yeşil (48 Saat - 2000 km)


2008’in 6 Eylül’ünde yüksek lisans için girdiğim İngilizce sınavında yazdığım essay’den sonra ilk defa kalemle uzunca bir yazı yazıyorum ve ilk cümleden itibaren görüyorum ki yazım hala berbat.

Normalde benim gibi üşengeç bir adamın kâğıda yazıp sonradan bu yazıları bilgisayara geçirmesi çok zor bir ihtimal, ama şu an hem imkânlarım kısıtlı (hala otobüsteyim), hem de şu kısa sürede yaşadıklarımdan herhangi birini unutmak istemiyorum.

Perşembe sabah erken saatlerde başladı macera. Aşti’ye ulaştıktan sonra öğrendik bineceğimiz Trabzon otobüsü, Ulusoy’un kendi terminalindeymiş. Taksiye binersek yetişebilirmişiz. (!)

Taksiye doluşmamızı müteakip benim anladığım rerörerö’nün aksine şoför bey bu kadar adamı alamayacağını söylemiş. ‘Ulan binmişiz işte, zaten götüreceğin yer 250 mt ötede!’ yakarışımız işe yaramadı ve adam ‘İki taksiyle gidin.’ inadından vazgeçmedi. O an aklıma Yahşi Batı’daki ‘Get out of the carriage, you son of a bitch!’ sahnesi geldi, güldüm kendi kendime.

Ulusoy firması hakikaten bütün Karadeniz seyahat ağını ele geçirmiş. Samsun yolculuklarımla beraber bu iki seyahatimde de anladım ki eskiden bildiğimiz ‘Vaaay Ulusoy oğlum, Neoplan falan.’ anlayışı Karadeniz tarafında tamamen farklı.

En arkanın bir önündeki yerime oturup, otobüsün Çorum dolaylarında verdiği molaya kadar hiçbir şey olmadı; evet uyudum. :)

Sabahki taksi olayından sonra tesislerde bir tabak yemek ve bir kâse çorbaya 12,5 TL vermemle yolculuğun pek hoş geçmeyeceğine olan inancım iyice artmıştı. Henüz 3 saat geçmişti ve önümüzde 10 saatlik daha yol vardı.

Kitap okuma ve akabinde gerçekleşen uykuya dalma seanslarımdan arta kalan zamanlarımı müzik dinleyip camdan dışarıyı seyrederek geçirdim. Tüm yaptığım yolculukların en önemli kısmını müzik dinleyerek dışarıyı seyretmek oluşturmuştur hep. En uzun demedim; ‘Uyku ne oluyor uyku?’ şeklinde saldırmayasınız diye. :)

Özellikle, kahverengi ve çorak topraklarda yükselmiş beton blok gruplarından oluşan Ankara’dan geliyor olduğum için bana içinde büyüdüğüm Düzce’yi hatırlatan Karadeniz doğasını seyretmek çok keyifli oldu.

Çorum, Merzifon, Samsun, Ordu, Giresun…

Samsun’dan itibaren yolun, deniz ve ona paralel giden dağların arasında kalması bütün stresimi aldı. Bir tarafta mavi, bir tarafta koyu yeşil; en sevdiğim iki renk…

Koca otobüsün Ünye’nin içinden geçmesi çok ilginçti. Hakikaten içinden ama; hani her ilçe merkezinde bir adet heykeli, onu sarmalayan meydanı, bankalar, devlet binaları falan olur ya, işte biz Ünye’ninkinin tam ortasından geçtik.

Sonrasında Trabzon sınırlarına girene kadar hatırladığım en güzel şey, Ordu terminalinde otobüse giren yaşlı amcadan aldığımız sıcacık kavrulmuş fındık oldu.

Trabzon’un girişinde otobüs, isteyenler Trabzon ekmeği alabilsin diye bir ekmek fırınının önünde durdu. Şaşırdım önce, ama sonradan öğrendim ki adetmiş bu. Dönüş yolunda ben de bu hizmetten faydalandım elbet.

Bu yolculuğu daha ilginç ve komik hale getiren bir olay da bu kısa molanın ardından meydana geldi. Otobüs, hareket ettikten iki dakika sonra durdu; bir yolcuyu unutmuştuk! Koca otobüsle ters yönde geri geri 1 km kadar gittik. İçinde bulunduğum arka grup insanları olarak hepimiz birer muavin kesildik: baktığımız arka camdan ‘Aha şimdi çarpacan.’,’Sol yap.’ gibi yorum ve direktiflerde bulunduk.

Bize doğru gelen araçlardan sadece birkaçı dörtlülerini yaktı, çoğu olayı çok normal karşılarmışçasına soldan sessizce geçip gitti; burası Karadeniz’di.

Bu ters yönde tehlikeli yolculuğumuzdan sonra fırına ulaştık ve unutulan yolcuyu geri aldık. Yolcu, benim tahminim olan tuvalete giden güzel bayan değil, dışarıya sigara içmeye çıkan şoföre niye hep haber izliyoruz, dizi izleyelim diye serzenişte bulunan kadındı (Perşembe; aşk-ı memnu akşamı). Güzel bayan ön tarafta oturuyormuş, görememişim. :)

Dizici teyze onu almak için giriştiğimiz macerayı hiçe sayıp, ‘Siz hep yolcularınızı unutur musunuz?’ diye kızdı. Biz, şoför ve arka kısım muavin grubu olarak bir teşekkür bekliyorduk hâlbuki. :)

Otobüsümüz otogara varana kadar Trabzon içinde en az 20 kere durup yolcu indirdi, artık şoförün kariyerinde dolmuşçuluk geçmişi olduğunu düşünmeye başlamıştım. Yine birini indirmek için durduğumuzda muavine tam çemkirecektim ki çok komik bir şey oldu. Muavin bizim tarafa geldi ve dedi ki: ‘Ya şu koltukta bir abi oturuyordu, burada inecekti. Ne oldu o?‘

Kısık sesle ‘Neyse boşver.’, yüksek sesle ‘Devam kaptan.’ derken biz 2. kayıp yolcu vakasının şaşkınlığını yaşıyorduk.

En sonunda vardık Trabzon’a, günü tamamlamak için küçük bir yolculuğumuz daha kalmıştı. Rize’ye kadar olan bu 70 km’lik kısa yolculuğu önceden kiralanmış arabayla yapacaktık. Yarım saattir bizi beklemiş olan adamları bulduk, form işlerini halledip arabaya yerleştik. Bu esnada adamlar gitti tabi ama biz arabayı çalıştıramadık; aküsü boşalmıştı. Geri çağırdığımız şirket elemanları, kendileri de çalıştıramayınca bize kendi arabalarını verdiler. Hemen diğer arabaya transfer olup harekete geçtik. Işıklarda durduğumuzda adamlar çalışmayan arabayla yanımızdan geçtiler, bize korna çaldılar. :)

Rize’ye varınca ilk iş balıkçıya gittik. Bursa Fenerbahçe’ye üç atmıştı ve maçın son anlarıydı. Ballı Fener 92. dakikada Daniel ‘Emrah’ Guiza’nın doğru düzgün vuramadığı topun Bursa’lı oyuncuya çarpıp kaleye girmesiyle yine kıvırdı.

Otel bulmak için çıkarken saat 12’yi bulmuştu. Son kez tabağıma baktım ve biraz yeşillik artığı ile 2 boşalmış limon dilimi ile birlikte hamsi ve barbun kuyruklarından oluşan bir yığın vardı; balıklar kılçıklarıyla beraber midemdeydi. :)

Oteli bulup sabah 8’e çeyrek kala kahvaltıda buluşmak üzere odalarımıza çekildik. Amacımız, öğlene kadar işimizi bitirip akşam 8’deki dönüş otobüsüne kadar Rize ve Trabzon’u dolaşmaktı.

Bu kadar yol yorgunluğunun üstüne erken kalkmanın zor olacağını düşünüyordum ama belki otobüste çok uyuduğumdan, belki biraz hasta olduğumdan çok erken uyandım, uzun zaman sonra sabah ezanını dinledim.

Güzel bir kahvaltıdan sonra bir an önce işimizi bitirmek için yola koyulduk. Sabahtan öğlene kadar geçen sürede işimizin de yüksek bir noktada olmasından dolayı birçok muhteşem manzarayı görme şansım oldu.

Öğlen yemeğinden sonra Rize merkezde dolaştık biraz. Anneme çay, kendime ise hamsili anahtarlık aldım. Haberlere konu olan, üzerine tabela istenecek kadar karışık olduğu ileri sürülen üstgeçidi görmeyi de ihmal etmedik.

Israrlarım üzerine Rize’de fazla oyalanmayıp Trabzon’a gittik. Rize’deki güneşli havanın aksine Trabzon’da hava kapalı ve kasvetliydi. Trabzon’a gitmemizi isterken ne kadar bahtsız bir insan olduğumu unutmuştum.

Vardığımızda, otobüse birkaç saat kalmıştı. Hem hava muhalefeti, hem yol bilmediğimizden vaktimizin de kısa olduğunu hatırlayıp gidip bir yerlerde çay içelim bari dedik. Ama Trabzon’da oraya hiç yakışmayan çok eski bir terminal vardı ve sanayinin tam ortasındaydı.

Sanayinin içinde aile çay bahçesi olacak değildi ya; bir kıraathane bulduk ve içeri attık kendimizi. Hazır kahveye de gelmişken king çevirmeden dönülmezdi elbet. Diğer üç arkadaş batarken 820 puan alınca havaya girdim tabi. Oyun boyunca kahvedeki vatandaşların muhabbeti neşe kaynağı olmuştu bize: ‘Ha şu üç’i at artuk daa!’

Yaptığım artistliklerden hırslanan meslektaşım tavlada meydan okudu. İlk oyunu 5-4 kazandım ama zirvedeyken bırakıp gaz ve kışkırtmalara gelmemem gerektiğini unutmuştum. Sonuçta 5-1 yenildim.

En sonunda mağlubiyeti tatmamla terminale geri dönmeye karar verdik. Evet, hepimiz Trabzon’a ilk defa geliyorduk ve sahip olduğumuz birkaç saati sanayinin ortasındaki kötü bir kıraathanede king oynayarak geçirmiştik. :)

Mavikent dinlenme tesislerinde 25 dakika ihtiyaç molası...

Terminale vardığımızda otobüsün kalkmasına 1 saatten az vardı. Telefonumun şarjı bitmek üzereydi; arkadaşın şarj aletini alıp telefonumla birlikte Ulusoy bürosuna verdim prize taksınlar diye; öncesinde ‘Abi ben sizin 8 otobüsünüze biletliyim.’ demeyi de unutmadım elbet. Bu çözümün büfedeki 5 dakikada hızlı şarj makinesini deneyen arkadaşımınkinden daha etkili olacağını biliyordum.

Otobüsün hareket etmesinden önce, bu konuda tecrübeli biri olarak tuvalete gitmeyi ihmal etmedim. Lakin çıkışta genç bir arkadaşın ‘Abi, bir dakika.’ demesiyle duraksadım; parayı ödemeyi unutmuşum. Tuvaletin başındaki kabinde oturan amcaya ‘Kusura bakmayın, dalmışım.’ dedim. O da bana ‘ Sen da hiç etrafina bakmiysun.’ diye yanıt verdi. Gülümsedim.

Otobüsümüz şehirden çıkmadan yol üzerinde bir sürü yolcu aldı. Ekmek alma hizmetinden faydalanıp yerimize geçtiğimizde artık dönüş yolculuğuna başladığımızı hissettim.

Telefonumun şarjı tekrar bittiğinde Ordu’daydık. Siyah denizden kıyıya doğru eşit aralıklarla sürüklenen dalgaların beyaz köpüklerini seyrederken dalmışım uykuya. Molada arkadaşımın ‘Yemek yiyecek misin?’ sorusuna gözlerimi kırpıştırıp yarım ağızla ‘Hayır.’ demem haricinde Ankara’ya varana kadar hiç uyanmadım.

En sonunda odama varmıştım ama yollar bitmiyor tabi. Wc - duş - çanta hazırlama gibi ihtiyaçları tamamladığımda saat 9 buçuk olmuştu bile. Saat 10’daki Kayseri otobüsüne yetişeceğim inancını hiç kaybetmedim, minibüs şoförlerine güveniyordum.

Nitekim yetiştim de. Üstelik altgeçide doğru hızlı hızlı yürürken mp3 çalarımın montumun delinmiş olan sol cebinden fırlayıp kulağımdaki kulaklıklara asılı kalmasıyla vakit kaybetmeme rağmen!

Şans bu ya, yan koltuğum da boş. En son binmenin güzelliklerinden biri de bu olsa gerek. Yanımda biri otursaydı bu yazıyı asla yazamazdım. Şimdi bile ‘Acaba arkadan okuyorlar mı?’ diye düşünmüyor değilim.

Saat 1 buçuk olmuş; tam 3 saattir bunları yazıyorum. ‘Satırlarıma son verirken’ (hep bu sözü kullanmak istemişimdir.) kendime bu yazıyı bilgisayara geçirmede kolaylıklar diliyor, size de sonuna kadar okuduğunuz için teşekkür ediyorum.

Not: Şimdi dönüp bakıyorum da, el yazım hakikaten çok kötüymüş. :)




Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...