9 Ocak 2011 Pazar

Arşivden - 6

07 Ocak 2010...

Rüya 


Normal bir günün sabahında olmadığı kadar ani ve heyecanla açıldı gözlerim. Sağ kolum bilinçsizce yatağın sağ tarafındaki masanın üzerinde gezindi telefonu bulup saate bakmak için. Telefonu, kafamı gömdüğüm yastıktan çıkarıp olması gerektiği gibi bakmak yerine el yordamıyla bulduğum için masanın üstünde kalan bisküvi kırıntıları terlemiş parmaklarıma yapışmıştı. Yatağın, vücudumun uyurken hiç bir şekilde değemeyeceği önceden hesaplanmış olan yan tarafına sildim elimi. Saat 06.49’du.

Daha uyanmama 41 dakika vardı ve ben biraz sonra uyanıp tekrar uyumanın verdiği muhteşem hazzı yaşayacaktım. Erken kalkmam gerekmediği halde bazı zamanlar saati erkene kurar, çalınca uyanır, alarmı erteleyip tekrar uykuya dalardım. ‘Alarm, uyanış, erteleme, tekrar dalma’ ayinini birkaç defa tekrarladığım bile olurdu. Bu küçük manyaklık bana büyük zevk verirdi.

Bu düşünceyle kafamı yastığa gömmek üzereyken kendimde bir gariplik hissettim. Burnum, iş çıkış saatlerinde Avrupa-Asya yönündeki köprü girişi kadar kötü tıkanmıştı. Her insanın burnu tıkandığında kimseye belli etmeden yaptığını yaptım elbette; sol deliği sol elimin üst tarafındaki işaret parmağının en alt eklem yeriyle kapatıp, diğer deliğe yavaş yavaş içerden hava vererek duvarı yıkmaya çalıştım. Bu sayede tıkanıklığın boyutunu öğrenecektim, fenaydı.

Kendime küfür ettim, her zaman bir şekilde yorganı üzerimden atma özelliğime rağmen yine yarı çıplak yatmıştım. Ocak ayındayız ulan!

Hemen fırlattığım yerden ‘hevesle alınıp bir süre giyildikten sonra gece yatmaya giyilme’ statüsüne erişmiş olan sivitimi bulup geçirdim üstüme. Bu statüye, öğrencilik zamanımda ‘Amaaan bişey olmaz, o kadar para verip kaliteli deterjan aldık.’ diyerek renklilerle beraber makineye attığımdan renginin beyazdan açık maviye dönmesiyle ulaşmıştı.

‘Ulan çok zaman kaybettim yine. ’ diye söylenerek yatağa girdim. Ne de olsa gece uyumadan önce facebook, msn, film, dizi gibi şeylere göre çok değersiz olan uyku, sabah kalkma zorunluluğundan dolayı bu saatlerde imf’den para geleceği müjdesini alan borsa gibi değer kazanıyordu. Kafamı kaşıyordum, ‘Ulan bu berberde hep uzun kesiyor, 2 lira diye 2 haftada bir traş olmak zorunda bırakıyor anasını satayım.’ diye düşünürken dalmışım…

Şu sıralar hep askerlik bittikten sonra bir araba almak hayalini kurduğumdan olsa gerek rüyamda bir arabam vardı. Ama ne araba! Renault 12 Toros. Hem de station wagon! Rengi beyaz. Tertemiz ve yepyeni duruyor, gül gibi bakmış olmalıyım. Üzerimdeki oldukça kirlenmiş atletle karşısına geçmiş seyrediyorum, onu ve onun önündeki genellikle 2. el eşya satıcılarında olan panelvandan bozma, brandası olmayan beyaz kamyoneti. O kamyonetlere nasıl o kadar eşya sığdırdıklarını hiç anlamamışımdır.

Kirlenmiş atlet, kamyonet? Bir tamircide çalışıyorum galiba, kamyonette patronun olmalıydı. Sokak eğimliydi ve kamyonet çok sevdiğim arabama yok yakın duruyordu. Telaşlıydım. İtiyordum kamyoneti, 10-15 cm ileriye kadar gidiyor sonra aynı yolu geri geliyor ve duruyordu. Kamyoneti sol omzumla ittirip, gidebildiği maksimum yerde tekerin altına taş koymaya çalıştım, beceremedim, üstünden atladı geri gelirken. Ama ileri gidebilen araç neden geri gelirken hep aynı yerinde duruyordu, neden arabama vurmuyordu bilmiyorum.

Cebimden bir anahtar demeti çıkardım, kamyonete doğru yöneldim. Demek ki kamyonetin anahtarı da bendeymiş. Demek ki kaldırırken geriye kaçırıp canımdan çok sevdiğim arabama vururum diye korkup ittirmeye çalışmışım onu. Ne de çok seviyormuşum arabamı. Ama o kamyoneti sevmiyordum, benim güzeller güzeli arabamın, torosumun! ışıltısını bozuyordu.

Cesaretimi toplayıp kamyonete binmiştim sonunda. Tam kontağı çevirirken büyük bir gürültü duydum. Emindim, bu araba çarpma sesiydi ve izlediğim bütün filmlere göre bu çarpılan benim çok sevdiğim arabam olmalıydı.

Kafamı korkuyla çevirdim, haklıydım. Arabam nasıl olduğunu bilmediğim bir şekilde yolun karşı tarafına geçmiş, ön camı patlamış, kaportası dağılmış bir şekilde, yaralı bir ceylan gibi bakıyordu bana. Normalde soğukkanlı bir adam olmama rağmen gözlerimin yandığını, göz bebeklerimin büyüdüğünü hissettim. Truva filminde aynı yatakta uyuduğu iki kadından birden ‘Savaş var olm ne uyuyorsun gel şu hayvanı bir haklayıver, zebellah gibi adam.’ diye ayrılmak zorunda bırakılan Achilles gibi arabama çarpan adama doğru bağırarak koşmaya başladım.

Beyaz kıvırcık saçlı bir adamdı. Onu o an öldürürdüm eminim. Ama sonra birden, tam sağ yumruğumu hedefe, yani adamın biçimsiz suratının tam ortasına kilitlemişken bir şey oldu. Adam bana doğru döndü; dünyanın en umarsız, en vurdumduymaz yüz ifadesi bu adamdaydı. ‘Ehhh!’ diyerek bir anahtar demeti fırlattı bana doğru. ‘Git!’ dedi, ‘şu benim evden ruhsatı alıp geliver, polisi de ara gelsin.’

Dona kalmıştım. O nasıl umursamaz bir adamdı öyle. Sanki ben aşağıda kendi halinde oyun oynayan çocuk, o ise beş kat yukarıdan ‘Git, şu bakkaldan iki ekmek al gel, bi de maltepe.’ diye bağırıp beni bakkala göndererek oyunun içine eden bir anneydi.

Kendimi birden evin içinde buldum, bir elimde anahtar bir elimde ruhsat vardı, yüzümde ise şaşkın bir ifade. Rüyadaki ben yavaşça kameraya, yani onu izleyen gerçek ben’e doğru döndü.

Gözlerimi yavaşça açtım, alırken elim tekrar bisküvi olmasın diye yastığımın altına sokuşturmuş olduğum telefona uzandım. Saat 7.27 idi. Kalkma vakti gelmişti…

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...