9 Ocak 2011 Pazar

Arşivden - 3

En sevdiğim. 6 Aralık 2009'dan.

Bir Yol Hikayesi 


Günlerden cuma.. Mesai bitişi.. Pazartesi-salı için görev vermişler: Konya görevi. Hem şu an asker olup hem de görev deyince 'oha noluyoz' moduna girmeyin; geçici kabul sadece. Müteahhitin birine yaptırdıkları inşaat veya tadilat işinin kabulu. Hala bilmiyorum neyi kabule gittiğimizi :) Güya mühendislik yapıyoruz işte Lojistik Komutanlığı'na.

Fırsattan istifade, bizimkilerin depremden sonra yaptırdıkları, bu yaz itibariyle babamın emekli olmasıyla beraber güzel şehrimi bırakıp taşındıkları Konya'daki evlerine gitmeye karar verdim. Hem en az 3 gün ev yemeği yiyecektim, hem de bilirsiniz, aile yanında olmak iyidir. Ayrıca haftasonları bu sıkıcı şehirde yalnız başına geçmiyor bir türlü.

Mavilerden kurtulup olağan kıyafetlerimi giydim hızlıca, amacım 18.30 otobüsüne yetişebilmekti. Bütün gün yağmayan yağmur, misafirhaneden çıktığımda karşıladı beni. Müthiş bir zekanın ürünü olsa gerek, kaldığım yerden minibüse binmek için gitmem gereken yol yaklaşık 700 mt. idi. (aynı dertten müzdarip bir asteğmen arkadaşım zamanında üşenmemiş, adım hesabı ölçmüş.)

Cehennem azabı gibi gelen yolu bitirip minibüse bindiğimde kendimi, tezgahta taze görünsün diye üstüne maşrapa ile su atılan bir önceki günün balıkları gibi hissettim. Paltom bütün suyu çekmiş, olduğumdan ağırlaşmıştım. Kısa saçlarımdan yüzüme süzülen damlalar suratımı deliler gibi kaşındırdıkça suratım Sürahi Nine'nin gelinini gördüğü andaki ifadesine bürünüyordu. (o kadar ıslanmışım ki örneğimdeki karakteri bile suyla alakalı seçmişim!)

Bindiğim minibüsün, mesai çıkış saatindeki o trafikte, 'normal' bir şoförün hayatında bir tarafı yiyipte yapamayacağı atraksiyonlara girişmesi sayesinde saat tam 18 gibi AŞTİ'de olmuştum. Otobüs firmalarının çoğunluğunun, zamanında hareket etmemesinin verdiği güvenle hızlıca; aracını dolduramamış, fakat az sayıdaki yolcusunu da çıldırtmamak için mecburen kısa süre içinde yola çıkması gereken, bu yüzden devreye soktukları gizli silahları çığırtkanlarının arasına daldım ve kısa sürede hareket etmemiş 18.00 Konya otobüsü buldum. İki kredi kartından çekme işleminde limit yetersizliğinden başarılı olamadım (ikincisi inattı evet.), 3. de başka bir kredi kartıyla bileti alabildim. Artık yola çıkmam için tek engel biletçiler ile 35 numaralı peron arasındaki insan kalabalığıydı...

Sonunda otobüse binmiştim. 19 numaralı yerin verildiğini gösteren biletimi tekrar kontrol etmek zorunda kaldım çünkü 20 numarada bir bayan oturmaktaydı. Evet 19 numara benim yerimdi. O an, son anda bileti aldığım için adamın bilgisayar ekranından gördüğü ilk boş yeri verdiğini, bayan yanı olup olmadığına dikkat etmediğini anlamıştım. Bu, İstanbul-Düzce yolculuklarımdan birinde daha başıma gelmişti. 'Pardon! dedim, 'Benim biletim 19 numara ama..' 'Bayan yanı olduğuna dikkat etmemişler.' diyerek cümlemi tamamlayamadan umarsız bayan, kıçımın bir süre ikamet edeceği 19 numaradaki çantasını kaldırdı. 'Türk otobüs firmalarının işleyişi hakkında bir fikri yok heralde.' diye düşündüm.

Hala ıslak olan montumu yukarı yerleştirip yerime oturduğumda aklımı kurcalayan iki düşünce vardı. Birincisi 'Ulan montu da ıslak ıslak katlayıp koyduk, leş gibi olacak şimdi. Yeni de almıştım anasını satayım.' iken ikincisi 'Şimdi kesin muavin gelir; 'Pardon sizi başka yere alabilir miyiz? Bayan yanına erkek yolcu alamıyoruz.' der ve beni deli eder düşüncesiydi. Ama ilginç bir şekilde kaldırmadı beni yerimden. Ya bizi tanıdık sandı ya da muavin de en az yanımdaki kız kadar umarsızdı. Yola çıkıp yolcuları tavuk gibi uyutmak için ışıkları söndürdüklerinde 'İyi...' dedim. 'Bu saatten sonra kaldırmaz...' Nereden bilebilirdim ki, o kızın bütün yol boyunca sevgilisiyle cep telefonundan konuşup bana 'Muavin keşke beni başka yere oturtsaydı.' dedirtebileceğini. Cep telefonlarını 'Otobüsümüzün fren ve klima sistemine zarar veriyor.' yalanıyla zorla kapattırdıkları eski güzel otobüs yolculuklarını özlemiştim.

Emektar mp3 çalarım sayesinde 'Gerzek sevgili muhabbetleri' sorununu çözüme kavuşturup, mutlu bir şekilde yola devam ederken çıkmadan önce yapılması gereken en önemli şeyi yapmayı unuttuğumu farkettim: tuvalete gitmemiştim! O an manidar bir şekilde 'where is my mind?' çalıyordu...

'Duble' yoldaki şeritler otobüsün altına doğru hızla akarken kasıklarım da beni yavaş yavaş sıkıştırmaya başlamıştı. Bunda, önceden tuvalete gitmediğim halde otobüse bindikten sonra içtiğim suyun ve kahvenin de büyük etkisi vardı muhakkak. Nereden bilebilirdim!? Daha önce hiç unutmamıştım ki yolculuk öncesi halledilmesi gereken bu en önemli ayrıntıyı!

Artık dayanılmaz hale gelmişti... Kasıklarım beni öyle zorluyorduki arkama yaslanamıyordum. Bir süre sonra da unutmak için sallanmaya başlamıştım zaten bir ileri bir geri. Dişlerimi sıkmaktan yüzüm kasılıyordu. O an otobüsün ışıkları açık olsa bütün yolcuların bana; İlyas Salman'ın Çiçek Abbas filminin sonunda, kızı düğünden kaçırmayı başaran Abbas'ın ve minibüsteki diğer arkadaşlarının arkadan koşan Şakir'e güldükleri gibi bağıra çağıra gülecekleri düşüncesi, içinde bulunduğu fiziksel acının yanına 'müessesenin ikramı' olurcasına yeni bir acı eklemişti.

Henüz yolu tamamlamaya 1 buçuk saatten fazla vardı ama umudum, otobüsün yol üstündeki bir ilçenin garajında yolcu bırakmak için 5 dk.'lık bir mola verecek olmasıydı. Lakin, molaya ne kadar daha yol olduğunu kestiremiyordum ve ağrım iyice artmıştı. Ellerimi bacaklarımın arasına sıkıştırıp sallanırken kendi kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Ya gidip şoförle konuşup, bütün yolculara rezil olmayı göze alarak otobüsü en yakın istasyonda durturtacaktım ya da altıma bırakıp kurtulacaktım. Gerçi o zaman rezil olmanın yanında otobüsten atılma tehlikesi de vardı. Yol karanlık ve düzdü, görünürde hiçbir istasyon yoktu. Acaba otobüsü durdurtup sağ arka tekerleğin oraya kimsenin göremeyeceği şekilde konuşlanıp bu 'ağır yükten' kurtulsam mı diye düşünürken beynimin bir köşesinde çocukken nereden duyduğumu hatırlamadığım 'Olm çişini çok tutanlar yaşlanınca prostat oluyormuş!' sözü tekrar edip duruyordu. O zaman prostatın ne olduğunu bile bilmiyordum ama işte bu söz beynimde saklandığı yerden çıkmıştı yıllar sonra. Bir yandan da, 'Acaba şoföre kadar kaçırmadan gidebilir miyim?' diye soruyordum kendime.

Artık ağrı o kadar dayanılmaz bir hal almıştı ki gururum yenik düştü sonunda. İçimden 'Heayyyt yeter öleceğim artık beaa!' diyerek ayağa kalktım, şoför mahalline doğru ağır ve dikkatli(!) adımlarla ilerledim, ve soruyu sordum:

- Pardon. En yakın duracağımız yere ne kadar kaldı?

Yan tarafta,  bilet bulamadığım zamanlarda birkaç defa üstünde yolculuk yapmak zorunda kaldığım, o bir türlü açılmayan 'katlanır' koltuğuna kurulmuş olan muavin atladı hemen:

- 10 dk sonra.

Yerime doğru ilerlerken az önce yenilip kenara saklanmış olan gururum 'Hadi olm! Bu kadar dayandın, bir 10 dk daha dayanamayacak mısın?' diyerek telkinlere başlamıştı bile. Ve o 22(!) dk ömrümün en zor 22 dk sıydı.

Sonunda otobüs garaja girmişti. Ama o 22 dk'da neler olduğunu, nasıl kafayı yemediğimi, ve en önemlisi nasıl altıma kaçırmadığımı inanın ben de bilmiyorum. Hemen fırladım. Sanki, 'WC 75 krş' yazan yerde 'Harikalar Diyarına Hoşgeldiniz' yazıyordu. Tüm kıytırık ilçe otogarlarının ortak özelliklerinden olan; tuvalete en az 10 mt kala kendini belli eden, o buram buram yayılan pis kokuyu duymamıştım bile! 

Normalinden en az üç kat uzun süren malum işlemi bitirip otobüse döndüğümde sessizce yerime oturdum. Ağrı yavaş yavaş yok olmaya yüz tutmuştu. Arkama yaslandım. O an gerçek mutluluğu en saf haliyle yaşıyordum...


-son-

Hiç yorum yok:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...